Yeşilköy İlkokulu, ( şimdiki ARİF ŞENEL ) aynı
şu andaki yerinde ancak kısmen ahşap bir yapıydı. Karşısındaki
camii de aynı bu günkü gibiydi ama sanki daha bir ağaçlar arasında
ve daha bir sevimli idi. Teneffüslerde o caminin avlusuna gider,
yaşlı amcaların abdest aldıkları çeşmelerden su içerdik. O amcalar
her gidişimizde bizi sever, şakalaşır hatta bazan okul kapısındaki
seyyar satıcıdan leblebi unu alırlardı (herhalde biz isterdik..).
Yeşilköy İlkokulu'nda benim sınıf öğretmenim
Rıza Ergezer idi. Diğer sınıfınki de Ayşe Bumin öğretmen. Zaten
iki sınıf idik.Diğer sınıf bizim sınıfta olmak isterdi, biz de
diğer sınıfta. Niye mi; çünkü her bahar geldiğinde mutlaka ama
mutlaka bir kaç kere pikniğe gidilirdi. Her sınıf diğerinin
gittiği yeri arzulardı nedense...Bir de yerli mallar haftasında
getirilen meyveler, kuruyemişler falan nedense hep diğer sınıfta
daha çok ve güzel olurdu. Ayrıca 2. ve 3. ders arası teneffüste
dağıtılan süt tozundan yapılma süt de hep diğer sınıfta daha
lezzetli gibi gelirdi bize....
Okulun kapısındaki seyyar satıcılar hepimizi adımızla bilirdi.
İçinden dünya ülkelerinin bayraklarının çıktığı o hiç yemediğimiz
ama, deli gibi satın aldığımız şekerlerle ilgili zaman zaman
promosyon da yaparlardı. 5 tane alana 1 tane beleş gibi (5 tanesi
25 kuruştu)... Ama dedim ya, en çok da leblebi ununu severdik. Toz
şeker katarak yemeyi. Dudaklarımızın çevresinde biriken unları
Müdürümüz Arif öğretmen kendi mendili ile silerdi
(Müdür beyin cepleri mendil doluydu. Her birimize farklı mendil
çıkarırdı. Allah'ım bu nasıl bir incelik, bu nasıl bir sevgidir,
yarım asır geriye baktığımızda gördüklerimiz ve yaşadıklarımız
bugün masal gibi geliyor. Neymişiz, ne olduk ya rabbim...).
60'lı yılların sonlarına denk düşen o
dönemlerde, Röne park'ın kayalıklarından denize girer, orada midye
çıkarıp teneke kutuların kapakları üzerinde ateşte pişirir yerdik.
Bir de kendi yaptığımız oltalarla Lapin ve Kaya balıkları tutardık
(nedense ?)...Yaz başlarında da gümüş balığı, ama bunların hiç
birini yemezdik. Gümüş balıklarının ne kadar lezzetli balık
olduğunu yıllar sonra Kumkapı'da bir meyhanede yiyince
öğrenecektim...
Yine o yıllarda ailelerimizle birlikte denize gittiğimiz yer ise
Kapri plajıydı. U şeklinde tahta iskeleler üzerine kurulmuş
kabinlerden oluşan küçük, sevimli yer; sanki bir aile mekanı
gibiydi. Yine herkes birbirini tanır, anneler koyu
muhabbetlerdeyken biz çocuklar sudan çıkmaz, akşam
alacakaranlığına kadar oynardık. Bu süre içinde de karar vermemiz
gereken en önemli konu; akşam gideceğimiz Reks Bahçesi adındaki
yazlık sinemamızın önünde kaçta buluşacağımız olurdu.
Reks Bahçesi... Hergün değişen filmleri ile yaz boyunca hiç
aksatmadan gittiğimiz o nefis sinema. Ayçekirdeği ve Uludağ
gazozu...Doktor Jivago, İyi, kötü ve çirkin, James Bond ve daha ne
filmler.... Ah az daha unutuyordum, sinemaya genellikle biraz
erken gelinirdi. Hemen sinemanın yakınında olan şu anda birtakım
küçük kafe ve lokantaların yer aldığı alanda, küçük bir luna park
vardı, onun önünde de bir çay bahçesi. İşte bu luna parkta
salıncağa binilir, çay bahçesinde de semaver getirtilip akşam
yemeği sonrası çayları içilirdi. Acaba, o çay bahçesinde canlı
müzik yapan Selçuk isimli genci kimse hatırlıyor mu ? Allahım,
"Bir teselli ver" şarkısını ne kadar da güzel söylerdi....
Yaz sadece deniz ve sinema değildi elbette. Bizim için "sokak"
demekti, yani bitmek bilmez oyunlar, muhabbetler, arkadaşlar...
Efendim kimler hatırlayacak bilmiyorum ama, Çınar otelinin önünde
o yıllarda bir futbol sahası vardı. Galatasaray kamp yapmaya Çınar
oteline gelirdi ve o sahada onlar da antrenman yaparlardı.
Kaleperoviç'in kaleci Varol'u çalıştırması ise ayrı bir seyirlikdi
doğrusu. Varol, çılgınlar gibi çalışır, panter gibi uçar, çığlık
çığlığa bir antrenman çıkarırdı. Ama o hafta yine yedek kalır,
kaleye Yasin geçerdi... İşte o Çınar otelinin önündeki sahada
bizler mahalle maçları yapardık. Akşamüstü saat 17 dolayında
başlayan maçlarımızı izlemeye ne çok seyirci gelirdi. Limonatacı
ve Küçükçekmece'den gelen lahmacuncu maçlar boyunca seyircilere
servis yapardı (1,5 lahmacun 75 kuruş, bir limonata 25 kuruş...
Nefis bir öğün değil mi).
Karşılıklı teklif ile oluşturulan maçlardan ilk
defa organize turnuvaya geçişi ben yapmıştım. Tüm mahalle
takımlarına tek tek teklifte bulunup, kayıt almış, her bir
oyuncularına kendi elimle hazırladığım lisans bile çıkarmıştım.
Birinciye bir kupa, ikinci ve üçüncülere de birer madalya verdik.
O turnuvaya 22 takım katıldı. Bir yaz boyu oynadık. Hörgüç Nedim
ile Semih Bedevi (Medeni)'nin de oynadığı "İstasyon Caddesi"
isimli takımları, yarı finalde bizi elemişlerdi. Onları da finalde
Menekşeden gelen bir takım yenip, kupayı kazanmıştı. Ermeni
arkadaşlarımızın takımında Seto isimli bir oyuncu vardı. O'nu
transfer etmek için ne numaralar çevirmiştik..Sonunda da bu
transferi başarmış, Seto'yu yarı final maçında bizim takımda
oynatmıştık (ama yine de Semih'ler biz yenmişti...).
45 yıl geriye gidince Yeşilköy, işte böyle
günler yaşanan bir beldeydi. O yıllarda sahil yolu yapılmamıştı,
81 no.lu Eminönü-Yeşilköy otobüsü de yoktu. Herşeyimiz trendi. II.
ve III. cü mevki vagonları olan trenimiz. II. mevkisi yeşil deri
koltuklu, III. mevkisi ise sıra sıra tahta kanepelerden oluşan
trenimiz (I. mevkisi hiç yoktu...).
... ve tabi bir de o güzelim faytonlarımız. Bizi
tren istasyonunun önünde bekleyen sevimli faytonlarımız. Sürücünün
yanına oturmak için can attığımız, ayak ile çalınan zilini çalmak
için nerdeyse ömrümüzü verebileceğimiz o faytonlar... Yeşilköy
sokaklarının tek taşıtlarıydılar.Güçlü ve güzel atları, süslü ve
tertemiz arabaları ile birer biblo gibiydiler..
Yeşilköy'üm sen gerçekten var mıydın ?
Ya da bizim yaşadığımız o cennete ne oldu
şimdi......
Prof. Dr. H. Barış DİREN
NOT..: Şuan 2015 sonlarındayız bu yazı en az 10 sene evvel
yazılmıştır. Yani başlık aslında 50 YIL ÖNCE YEŞİLKÖYÜM
olmalıydı ama orjinaline dokunmak istemediğim için böyle kaldı